27 Kasım 2010 Cumartesi

BU HAVADA NE YAPILIR? KİTAP OKUNURRRRRRRR... :)))

  Kitapyurdu adlı siteye üye olmamla birlikte, sürekli yeni çıkan kitapları tanıtan mailler alıyorum. Son aldığım maillerden biri de Can Dündar'ın Lüsyen kitabı içindi. Can Dündar ve tarihi bir kitap ikilisi birleşince bu kitabı almak farz oldu bana...



Hava kapalı, hafiften bir rüzgar var. Eeeee bu havada ne yapılır? Geçilir pencere kenarına, tül biraz aralanır ve başlanır kitap sayfaları arasında dolaşılmaya. Başlangıç itibarıyla güzel gidiyor, eminim sonuna kadar bir solukta okuyacağım... :)))

Herkese güzel bir hafta sonu diliyorum, sevgiyle kalın.... :))

24 Kasım 2010 Çarşamba

ÖĞRETMENİMMMM CANIM BENİM CANIM BENİMMMMMMM... :)


 İlkokulda öğretmenimiz ''Büyüyünce ne olmak istediğinizi anlatan bir kompozisyon yazın'' demişti. Ertesi gün ben de dahil olmak üzere sınıftaki herkes kompozisyonunu okumuştu, çocuksu duygularımla neler yazdığımı hatırlamıyorum, ama öğretmenim beğenmiş olacak ki bütün sınıfa beni alkışlattırmıştı. O günün verdiği gazla ''ne olmak istiyorsun'' sorusuna istisnasız ÖĞRETMEN olmak istiyorum cevabını verdim. Her zaman bunu istedim, puanım çok farklı mesleklere yetse de ben hiç birini yazmadım. Herkesin istediği mesleği seçmesi gerektiğine inanan birisiyim ve bu mesleği seçmiş olmak için seçmediğim, hiç olmazsa bir öğretmen olayım demediğim için kendimi seviyorum. (çok mu mütevazi oldum nedir (: )

Bu arada kimi zaman zorluklar yaşatsalar da, ders çalışmayı ihmal etseler de, sınavlarda kopya çekmeye yeltenseler de, derslerde gevezelik yapsalar da öğrencilerimi çok seviyorum.

Bu vesileyle kendimin ve tüm öğretmen arkadaşlarımın öğretmenler gününü kutluyorum. Sevgiyle kalın. 

21 Kasım 2010 Pazar

AYNA AYNA SÖYLE BANAAAAA... :)

     '' BENDEN DAHA BÜYÜK CEVİZ VAR MI Kİ ŞU DÜNYADA...''     :)))




Uzun zamandır sizinle paylaşmak istediğim bir ceviz fotosu vardı. Finally, at last (araya biraz İngilizce katalım (: ) bu fotoyu yayınlamak zamanı geldi. Çalıştığım işyerine bir arkadaş getirmişti. Tabii normal cevizlerin yaklaşık 3-4 katı olunca herkese ancak bir adet ceviz düşmüştü. Ben de yemedim ve bu cevizi eve getirdim.  3 ay olmuştur sanırım, süs gibi saklıyorum kendilerini. Hayatımda bu kadar büyük ceviz görmedim inanın. Farkı görebilmeniz için, normal bir cevizle fotoğrafladım bir de...


Aranızda bu kadar büyük ceviz gören var mı, yoksa ben mi ilk defa görüyorum?????


17 Kasım 2010 Çarşamba

BAKLAVA TADINDA NİCE BAYRAMMMLARAAA... :)

Bayramlar tatlısız olmaz, hele baklavasız hiç olmaz. Bizim de evde yapılan baklavamızın yapım aşamaları, paylaşmak istedim...

HAMURU için; 
5 bardak un, 3 yumurta, 1 su bardağı sıvıyağ, 3 kaşık yoğurt, 1 kaşık sirke, 1 fiske tuz, 1 çay kaşığı karbonat kullanılarak bir hamur elde edilir. 1 saate yakın bekletilir.

 Cevizler havanda dövülür ya da siz ne kullanıyorsanız onunla ufak hale getirilir. Biz 2 kata ceviz kullandık. İsteğe bağlı 3 kata da konulabilir.



Hamur ufak bezelere ayrılır. Bizimki 90 kat oldu. İlk önce bezeler şekildeki gibi ufak bir tabak büyüklüğünde açılır.


Sonra bunların 10 adeti aralarına nişasta konularak tepsi büyüklüğünde açılır. Açarken de nişasta kullanılır.



Ara aşamaları çekmeyi ihmal ettim, çünkü o esnada 8 aylık yeğenimle ilgilenmekteydim... :)) En son bu hale geliyor malumunuz. Fırına konulmadan önce tatlının üstüne erimiş 350 gr tereyağı ile 1 çay bardağı sıvıyağ karışımı ekleniyor.


 Bu hali de şerbet atıldıktan sonraki aşama.
ŞERBET için; 7 bardak şeker, 6 bardak su, 1 yemek kaşığı limon kullanıldı. Genelde tatlı kıyır kıyır olur ve beğenilir. İnşallah size bir fikir olur baklava yapmak isterseniz. :))

Herkese baklava tadında bayramlar, sevgiyle kalın... :)))

12 Kasım 2010 Cuma

EVDE SİRKE YAPIMI... :)

Evet tamamen organik, tamamen ev yapımı. İşte karşınızda EVDE ELMA SİRKESİİİİİİ... :)

Elmalar bizim bahçeden. Bahçeye düşen elmalar toplanır, yenilmeyecek kadar ekşilerdir, eee ne yapılır, mutfakta sirke çalışmalarına başlanır... :)


Elmalar güzelce yıkanır, kabuklarıyla doğranır. Kaynamış ve soğutulmuş suya 4-5 tane nohut, bir çay kaşığı tuz, bir çay kaşığı şeker eklenir, elmalarımız bu suya atılır ve bir ay beklenir. Sirkemiz hazır hale gelir ve şişelere boşaltılır.



Bu arada sirke demişken, '' yüzü sirke satmak'' deyiminin anlamı da nereden türemiş bir hatırlayalım.

Bir zamanlar, yüzü hiç gülmeyen, sinirli bir bakkal varmış. Balın en iyisini getirip komşusundan daha ucuza satmaya çalıştığı halde, dükkanına hiç uğrayan yokmuş. Bu arada güler yüzlü, sevecen görünüşlü komşusunun dükkanı malı pahalı olduğu halde, dolup taşmaktaymış.Müşterisizlikten canı iyice sıkılan asık suratlı bakkal, bu işin sebebini araştırmaya karar vermiş. Durumunu, işinin ehli bir tüccara açmış:
- Bunun sırrı nedir? diye sormuş
Tecrübeli adam, bakkalın hiç gülmeyen yüzüne bakıp:
- Evlat! demiş. Sen elinle en kaliteli balı satıyorsun, ama suratın sirke satıyor. Elbette ki, sana kimse gelmez. Bu deyim, asık suratlı, yüzü gülmeyen insanların, halk arasında sevilmeyeceğim belirtmek için kullanılır.


     Yüzümüzün sirke satmadığı, her daim huzur ve neşeyle gülümseyeceğimiz günler dileğiyle, sevgiyle kalın. :)


Not: Fotoğraflar yazın çekilmişti, bilgisayar eksikliği nedeniyle bloğa ara verince, bunları yavaş yavaş yayınlama imkanı buluyorum.

8 Kasım 2010 Pazartesi

100 VERDİNİZ, ASTARINI İSTERİMMMMM... :)



 Çok yüzsüz oldum ben diyecem olmayacak, tam tersi yüzlüyüm. Evet bu sabah bir baktım tam 100 izleyicim olmuş, yani ilk dalyam diyebilirim. Bu rakama ulaşmak güzel bir mutlulukmuş, yüzüme bir tebessüm yayıldı birden. İlgi gösteren tüm blog arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Nice 2., 3., 4., 5. ....... dalyalarda buluşmak üzere, sevgiyle kalın. Yukarıdaki kelebekler o güzel yüreğinize uğrasın inşallah... :)



6 Kasım 2010 Cumartesi

KABAK TADI VERMEK... :)

Bugün kabak tadı vermek deyimiyle karşınızdayım. Neden mi efendim ? Evde kabak tatlısı yapılmıştı; ben de bu tatlıyı yayınlamadan önce bu deyimin nereden geldiğini sizinle paylaşmak istedim, buyrun hikayesi... :)

Eskiden, su kabağının tas, kap olarak kullanıldığı devirlerde, bu iş için ayrılan kabak kuruduktan sonra içindeki lifleri ayıklanır, uygun biçimde kesilir ve maşrapa olarak kullanılırmış. Bazen kabak iyi kurutulmadığında, içine konan su, şarap vesair meşrubata tadını bırakır, ol mainin tadını bozarmış. O zaman içilen şeyin kabak tadı verdiği söylenirmiş ki günümüzde soyut olarak söylenen kabak tadı vermek deyimi o zamanların hediyesi imiş.

Bu arada yazıyı netten buldum, ama ben İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek adlı kitabında bunu hikaye şeklinde okumuştum. Kitaptan söz açılmışken, eski deyimlerin nasıl türediğini merak ediyorsanız bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum, üstelik okuması çok zevkli ve eğlenceli...

Eveeeeeettttttttttt şimdi gelelim postumuzun asıl kahramanına, işte KABAK TATLIMIZ... :)



Bizim kabağımız yaklaşık 5 kg idi. Biz çok şekerli sevmediğimiz için 6 su bardağı şeker kullandık. Şekeri kabuklarını kesip, doğradığımız kabakların aralarına azar azar serpiştiriyoruz. Bir gece bu şekilde bekletiyoruz. Sonra sabah olunca kabağımızı kaynatıyoruz, kendisi su saldığı için tekrar su atmaya gerek yok. Tabii bu tatlının lezzetli olmasında kabak çok önemli, bu da çoğu zaman şans işi. Ama belki de kabağı satın alırken, aranızda bazı püf noktaları bilenler vardır....

Bu postumuz da hem bir deyim tarifi, hem bir kitap tavsiyesi, hem de bir tatlı tarifiyle biraz yoğun oldu, umarım kabak tadı vermemiştir... :)

4 Kasım 2010 Perşembe

KİLİTLİ POŞETLERİM VE YENİ KOLYELERİMMMMM...

Dolabımdaki kolyelerin sayısı artmaya başlayınca ben de onlar için kilitli poşetler almaya karar verdim, 3 farklı  boyutta  poşetler. Hem de fiyatları çok uygun. Benim aldıklarımdan en küçük boyutun 10 tanesi 25 kuruş, orta boyutun 10 tanesi 30 kuruş, en büyük boyutun da 10 tanesi 50 kuruş. Toplam 32 tane aldım ve toplam sadece 1 Lira ödedim, ne kadar ucuz değil mi... :)))


İşte kilitli poşetlerim...



Bazı kolyeler içlerine yerleştirildi bile...



Hazır kolyelerden konu açılmışken yeni aldığım kolyelerimi de sizinle paylaşayım. Bu kolyeyi son İstanbul'a gidişimde Ortaköy'den almıştım. Bu aralar mor tonlarına takmış durumdayım... :)



İşte yine mor ve krem tonlarında bir kolye. Burada sürekli uğradığım bir dükkan var, indirim zamanlarını takip ediyorum. Bu kolyeyi de % 50 indirimle aldım. İndirimleri seviyorummmmmmm... :)



İşte yine % 50 indirimle aldığım sarı ve kahverengi tonlarındaki kolyem, birkaç post aşağıda yayınladığım eteğimle süper bir uyum içindeler kendileri.... :)

İlerleyen günlerde diğer kolyelerimi de paylaşırım, bir fikir olur belki takı yapan arkadaşlara. Sevgiyle kalın...

3 Kasım 2010 Çarşamba

BU ÖĞRENCİLİK HİÇ BİTMEZ Mİ?????


Sanırsam seçtiğim meslek dolayısıyla öğrenciliğim hiç bitmiyor, sürekli bir öğrencilik havasındayım.Aslında bundan çok şikayetçi değilim, ama ah şu sınav hazırlaması yok mu... :) Sınav hazırlamaktan ziyade de, sınavların ölçme ve değerlendirme ölçütlerine göre hazırlanmak zorunluluğu insanı geriyor biraz. Hem de sınavı iki grup yapmak zorundaysanız, bu sizi daha da yoruyor. Ama yine de ben bu işi seviyorummmmmmm. :)))

2 Kasım 2010 Salı

NE GÜZEL CAHİLDİK...

Okuduğum anda tek kelimeyle BAYILDIM, süper yazmış Murat Başaran. Acaba şarkıcı olan Murat Başaran mı ondan emin değilim, bir paylaşım sitesinde paylaşılmış, ben de sizlerle paylaşmak istedim...:)



Dışarıda kar...

Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki. Kuzinenin üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...

Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi...Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restaurant katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım?

Dışarıda kar...

İçeride kanaat...

İçeride huzur.

O beyaz örtünün gelişi sürpriz olurdu. Şimdiki gibi üç günlük hava tahmini, kar yağışı için dakikalı randevu falan yoktu. (Meteoroloji tutturamadığı zaman o kadar seviniyorum ki...)

Krize de girmezdik.

İran'ı hiç takmazdık.

Yakacak bir şeyler olurdu her zaman.

Ve kuzine hem ısıtır hem de pişirirdi...

Bize kalan kışın ve karın tadını çıkarmaktı...

Mumumuz, gaz lambamız vardı.

Televizyon yoktu.

Gazete de her zaman olmazdı.

Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç.

Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.

Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.

Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...Bir çoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?

Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı...

Domates de...

Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar...

İçeride huzur...

Türban krizi, doğalgazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi...

Kimin umurunda...

Ne güzel cahildik.

Mutluluğun resmini çiziyorduk.